|
Nemelazımcılık
Osmanlı'nın yıkılış sebeplerine dâir çok şey söylenip yazıldı.
“Yeniçeri’nin yozlaşması” dendi, “Sanayi Devrimi’nden geri kalması”
dendi... Belki de söylenegelen sebeplerin hepsinde birer hakikat payı
vardı. Fakat yıkılışın önemli bir sebebi var ki, Osmanlı'nın hem de en
zirvede olduğu zamanda dile getirilmişti: nemelâzımcılık. Bu içtimaî karadelik tarih boyunca, nice fert, topluluk, cemaat, devlet ve
imparatorluğu yutmuştu.
Kanunî Sultan Süleyman, devletini olabilecek en yüksek seviyelere
çıkarır; ama, “Günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz
tutar mı?” diye de zaman zaman düşünür…
Birçok meselede olduğu gibi, bu endişe edilecek düşüncesini süt kardeşi
meşhur âlim Yahya Efendi’ye açmaya karar verir. Keşfine, kerametine
inandığı Yahya Efendi’ye el yazısıyla bir mektup gönderir: “Sen ilâhî
sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de, bizi aydınlat. Bir devlet hangi hâlde
çöker? Osmanoğulları’nın âkibeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle
uğrar mı?” diye özetler endişesini.
Devrin kudretli sultanı Muhteşem Süleyman'dan gelen bu mektubu okuyan
Yahya Efendi'nin cevabı ise et kısadır: “Nemelâzım be Sultanım!”
Bizden
önceki vazife adamları hep öyle yapmışlar.. güçlerini yitirecekleri,
tâkatten kesilecekleri ve yatağa düşecekleri ana kadar hep koşmuşlar..
artık ayağa kalkamaz hâle gelince de arkadaşlarının yanında yer
alamadıklarından dolayı üzüntü duymuş, çok mütessir olmuş ve
ağlamışlar. Hazreti Hâlid’in ölüm döşeğindeki son anlarını ve
ızdıraplarının en büyüğünün bu istikamette olduğunu hepiniz
hatırlarsınız. “Ey Yermük, ey Mute, ey Halid'in günleri.. geçin gözümün
önünden birer birer!..” dediğini, bir fırtına gibi arkasından koşup
durduğu ölümü yatakta karşılıyor olmaktan dolayı nasıl bir inkisarla
kıvrandığını bilirsiniz. Hıçkıra hıçkıra ağlayışını gören birinin
“Neden ağlıyorsun?” demesi üzerine Hazreti Hâlid, “Vücudumda bir para
kadar yara almadık yer kalmadı. Senelerce İ’lâ-yı Kelimetullah
yollarında ölüm kovaladım. Fakat, işin acayibine bakın ki, şimdi
burada, yatakta ölüyorum.” der ve rahat döşeğinde ölmeyi kendi adına
bir utanma sebebi sayar. Evet, yatakta ölmek, dini ve milleti hesabına
koşmaya alışmış bir insan için ayıptır, ârdır. Mesuliyet duygusuyla
dolu bir insan yatakta ölmemeli, ölüm anında bir yatakta olsa bile o
yatağı da “vazife” deyip yürüdüğü sırada, son anda bulmalı.. yıllanan
insan durmamalı, o koşarken ölme aşk u iştiyakı içinde olmalı.
Zannediyorum, senelere yenik düşen insanlarda ve yorgunlarda yeni bir
aşk u şevk uyaracak olan da bu duygudur. *** |
Topkapı Sarayı'nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bu söze bir mânâ
veremez, endişesi daha da artar. Zîrâ Yahya Efendi gibi bir zât, ciddi
bir meseleye böylesine basit bir cevap vermezdi, vermemeliydi…
Söylenmeye başlar:
“Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?"
Kalkar, Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergâhına gider.
Bu sefer sitem dolu bir şekilde "Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!" diyerek, sorusunu tekrar sorar,
Yahya Efendi duraklar: “Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”
“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece "nemelâzım be sultanım!” demişsiniz. Sanki ‘beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mânâ çıkarıyorum.”
Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri tarih gergefine nakşeder:
“Sultanım!
Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyûka çıksa...
İşitenler de nemelâzım, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar
değil de, çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler,
fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere
çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin
sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve
hürmeti sarsılır. Âsâyiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider,
halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder
hâle gelir…”
Söyleneni dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan, başını sallayarak da
bunları tasdik eder. Söz bitince ikazlarının devamı için tembihte
bulunur süt kardeşine. Sonra da memleketinde kendisini ikaz eden böyle
bir âlim olduğu için Allah’a şükrederek oradan ayrılır…
***
Devletlerini yükseltenler, fetihler yapanlar, imanın güzelliklerini
insanlara sunanlar “nemelâzım” demediler. Âhir Zaman Nebisi'nin “Ne
güzel kumandan..!” iltifatına mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Han
Hazretleri, Trabzon dağlarını aşarken yanında Karamanoğlu'nun kızı olan
halası bulunmakta idi...
“Sultanım” dedi halası, “bunca zahmete değer mi bir kefere için?”
O koca sultanın ayağında gut hastalığı vardı o zaman ve sarp dağlarda,
karların üzerinde atıyla giderken büyük acılar ve zahmetler çekiyordu.
İşte hala yüreği buna dayanamamıştı...
Fatih, döndü ve halasına şöyle dedi:
“Bibi (hala), bizim zahmetimiz din-ü devlet içindir, i’lâ-yı
kelimetullah içindir, şahsımız için değildir. Eğer bu zahmeti çekmezsek
bize ‘gâzi’ demek yalan olur!”
***
Evet, imparatorlukları “nemelâzımcılık” yıkar, ama onları, bir vazife
doğduğunda, “Bunu kim yapar?” sorusunu duyar duymaz, sağına soluna
bakmadan “Ben varım!” diyenler kurar ve yaşatır.
Kaynak : Sızıntı Dergisi, Ekim 2005 - Yazar : Ramazan KERPETEN
Geri dönmek için tıklayın
|
|
|